22 Haziran 2009 Pazartesi

Sorgu

İdare ediyor tüm yaşamını. Kanman istiyor yalancı tatminlnere.
Bile bile yalan söylediğini, başkalarının hayatında olmayan yerlere kanıyor. Daha çoklarına inanmaya hevesleniyor.
Uyuşmuşluk diliyor zavallı zihnine. Bir gram inanmışlık bulamayıp kendine yorgunluklar yaratıyor kaybolmak adına.
Mutsuzluğunun dehlizlerine dalıyor. O kadar dibine varıyor ki haberi bile olmuyor ondan. Kahkahası çınlatırken etrafı duymayan bir o oluyor.
Geri dönüş yomuşcasına gidiyor.
Bir daha söylemeyeceksine konuşuyor.
Ulaşmasından emin olduğu yere, kendine varmıyor sesi.
Bedeninin kaybolduğu yerlerde arsızca kabullaniyor sağırlığı.

18 Haziran 2009 Perşembe

The Scream



"Korkum; çığlık atan adam gibi
tablodaki, şakağımda ellerim"






teoman - insanlık halleri

6 Haziran 2009 Cumartesi

Gözlerimde saklı ayna ..

***

Kapat tüm ışıklarını gecenin. Önce yıldızlardan başla.Yer küreyi öyle bir silkele ki bir ağaçtan dökülen dut misali tek tek dökülsünler yere.Yapış yapış olsun tüm sokaklar.Sonra sokak lambaları, bir bir kır hepsini. Ve evlerden sokaklara sızan sahte ışıklar,perdeleri sıkıca örtmek neye yarar; sökmek lazım tüm ampulleri. Dünyanın tüm mumlarını da topla bana getir.Sönsün dünyanın ateşi...Dur ateş böceklerine sakın dokunma. Sana aydınlık bir düş gösterecekler, eğer becerebilirsen onlara inanmayı.Karanlık hakim olunca artık geceye tak bir tanesini saçlarına ve gel bir nefes uzağımda dur. Dinle bak bize ateş böcekleri ne diyor. Ve bak nasılda gülümsemekte sana ve bana.
Gözlerimde bir ölü.

5 Haziran 2009 Cuma

Gökyüzüne ninni ya da ihanet filmi

Kirpiklerinde jilet keskinliği,renkli ölümsüz gözlere kavuşmuş gökyüzü.
Kırpıyor gözlerini kesik kesik oluyor kana boyalı ak yanakları.
Gözyaşları akıyor çöl çöl olmuş dudaklarına.
Jilet yaraları tuzlu yaşlara karışıyor.
Korkarak ama şefkatle uzandım,aldım avuçlarıma gökyüzünü.
Renk renk olmuş saçlarını okşadım bulutların,
Yanaklarından süzülen yaşlarını temizledim.
Gökkuşağı gölgesinde susmak yasak, konuşmak yasak.
Yeryüzünde kapatılmış ne varsa renk renk.
Mor bir ihanet kokusu avuçlarımda...
Çaresiz bir uçurtma tutmuş ellerimden sıkıca,teselli etmeye çalışıyor,manasız...
Bileklerimde jilet yaraları,gözlerim kanıyor.
Gökyüzü al al bana bakıyor,
Bulutları ihanet rengi sarmalamış,
Nasıl da renk renk maskelenmiş güzel görünüyor.
Mor bir ihanet kokusu avuçlarımda.
Oysa ben sadece okşayarak avuçlarımda uyutmak istemiştim.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

çıkmaz sokak



Ömrümün tüm yolları sen ve sensizlik.
Önüm,arkam sen
Sağım,solum sensizlik.
Başımda sen.
Sonumda sensizlik .
Ama ben sadece hiç bir şey istiyordum.
Her yer sen
Her şey sensizlik...
Bir çıkar yol yok sadece bana çıkan.

1 Mayıs 2009 Cuma

Ateş

Henüz güneş kızıl gölgeler arkasında saklanıyorken,
Buz gibi havada paylaştığımız şeyin adı ateşti.
Bir nefes yetiyordu bir olan bize.
Taştan zeminde gölgelere sarınmışken,
Sıcacık şarabın tadında sen vardın.
Sarhoştuk, ateşe sarılmıştık,
Üstelik gece de bağıra çağıra şarkı söylüyordu.
Sonra sen bir masal anlattın geceye ve bana .
Baştan çıkartan sesiyle rüzgar da sana eşlik ediyordu.
Ellerinin rüzgarda ki kokusu,
Büyücü misali bakan gözlerinin ihtişamı,
Bunlar hiç kuşkusuz tanrının şeytan yönüydü.
Sonra açtım kollarımı ben de geceye ve sana.
Masallar bir anda avuçlarından saçlarıma doldu.
Baktım atlıyorsun bulutlara doğru.
Birlikte uçmak için atladım hemen peşin sıra.
Güneş kızıl gölgeler arasından göz kırptığında,
Bir kuşun kanadındaydık..
Uçan kuş değil,
Boşlukta yanan ruhlarımızdı.
Aşiyana doğru süzülüyorduk.
Sonra derin bir uyku kapladı kızıl gölgeleri.
Masallardan bile daha yeşil ağaçlar belirdi.
Şaraptan olsa gerek
Düşler sarmaladı zannederken,
Gözlerimi güneşe inat açtım.
Sen ve ben aşiyanda.
Üstelik Tevfik Fikret’in odasındayız.
...

23 Nisan 2009 Perşembe

nisan


Bahar kokardı saçların...
29/04/08


Öncelerde hiç bilmezdi yeşili, gözleri görmezdi erik ağaçlarının çoşkusunu, yağan yağmurun aslında saçlarını okşadığını bir türlü anlayamazdı. Tüm renkleri çalınmış siyah beyaz bir suretten ibaretti. Evinin kapıları kapalıydı, nasırlaşmıştı elleri ve gürültücüydü. Kendini içine gönmüş, kendi çirkinliğiyle başbaşaydı. Yağmurları, ağaçları,toprak kokusunu sevmezdi. Hele gün ışığına ya da gece odasına dolan ay ışığına hiç tahammül edemezdi. Hep şikayet ederdi. Dedim ya gürültücüydü. Sanki etrafında daralan ve gittikçe içine dolan bir bataklık cemberi vardı.

Oysa şimdi renkler bürümüştü heryanını, kök salıyor, gün be gün yeşeriyordu. Gözlerine Nisan dolmuştu. Günler çilek kokuyor, geceler hepten dolunaya kesmiş izlemeye doyamıyordu. Güzelleşmişti, sarmaşıklar gibi sarılmış hayata umut katıyordu. Saçlarında bahar taşıyan bir can sızıvermişti bir gün hayatına ve cümlelerin kalabalığına artık ihtiyacı kalmamıştı. Ninniler söyleyip, sarıp sarmalayıp sakince uyutuyordu gürültücü yanını. Susabileceği bir can vardı yanında ve artık onunda saçları bahar kokuyordu. Nisan gelmişti ömrüne. İki ayrı vücutta tek ruhtular. Sevmeyi ve de sevilmeyi birlikte öğreniyorlardı. Armağan diye sunmuşlardı ömürlerine ve birbirlerine adanmıştı tüm Nisanlar.
Birliktiler ve artık birdiler.
...
Bahar kokunu taşıyordum koynumda.
Etrafı renkler bürümüştü...ve ben saçlarımı sana uzatıyordum,
Nisan’dan ummazdım,
ıssızlığın ortasında gece ayazında...
Dolunaydan ummazdım.
Avuçlarımda sızın, susmayı öğrenen dilim cam kesiği.
Seninle var sandığım tanrıdan ummazdım.
Dolunaya kesmiş bir gecede Nisan şahitliğinde kaldırımda soğuyan bedenin...
Senden ummazdım.
Ne susabiliyor ne de konuşabiliyorum.
Kendimden ummazdım.
Yağmuru, şimdi koynunda uyuduğun toprağın kokusunu ve ellerinin izi kaybolmasın diye kestirdiğim saçlarımı gömdüm içime.
Biraz sen biraz ben oluyor ve Nisanları topluyorum yarım kalan sana ve bana.

15 Nisan 2009 Çarşamba

nisan


Hırçın renkler gözlerimde,
Sesin tenimde keskin şarap tadı,
Ve buruk bir kırmızı sıcaklığı
Verilmemiş
bir armağan
yanıbaşımda,
Anımsamak sakince ve durmadan.
Saçlarımda ıslak bir umut,
Yaşamak için öylesine...

nisan



Ve artık

Ölebiliriz...

8 Nisan 2009 Çarşamba

Kork-ma-

Daha bebekken öcüler yer seni ile başlayan korkuyla yoğrulma süreci; hayatın her anında kendini farklı biçimlerde var etmeye devam eder. Evde anne babadan öğrenilmeye başlanılan korkmak gerekliliği; hayatı başkalarınca konulan kurallara göre anlama ve bireyi uygun hallere sokarak biçimlendirme vazifesi görür. Okulda, sokakta, iş yerinde hep korkulara çare olarak sunulan bir sıraya sokulma, düzenlenme hali vardır. Korkunun adı; bazen oyunun dışına atılma, başarısız addedilme, reddedilme bazen de namus, töre ya da ülküsel değerlerin yitirilme ihtimali olur. Arkadaşlar, komşu teyzeler, öğretmenler, sevgililer ve aslında tüm toplum bir parçasıdır senin korkutan filminin. Filmin adı sürekli derinleşerek, değişim geçirir ama türü ve işlevi hiç değişmez.

Birilerine, bir yerlere ait olmak, bir dala tutunmak istersin ama beynini kemiren bir kurttur; kaybetme korkusu. Kaybetmekten korkarsın çünkü hep kaybedilecek bir şeyler olduğu vurgulanmıştır hayatta. Kazanımlar hep yetersiz görülmüş, her vaat bir gizli tehdit ile sunulmuştur. Bu durum seni tüketen anlamsız hırslara da dönüşse ve en çok bunu fark eden, mutsuz olan sen de olsan gene de vazgeçemeyip, uygun adımlarla yola devam edersin. Böyle zamanlarda en çok da aslında kendinden korkarsın. Bir kısır döngü olur zaman kalabalıkta yalnız olmaktan korkar aidiyetler, yeni kimlikler edinirsin ve bu kimliklere sığamayıp yalnızlıklara koşarsın.

Aslında bu kalabalıkta ki insan sen değilsindir. Aklın hep karışıktır. Sana ait olduğunu hissettiğin gerçekliklerin ile öğrenilmiş korkuların arasında gidip gelir aklın. Zamanla biçilen roller, kabul ettirilen kimlikler ve asıl sen birbirine karışır. Nedir seni özel kılan, sana ait olan tüm bunların dışında, tüm insanlığın dışında ya da kalabalıklarda seni herkesten biri yapan seni onlara bağlayan şey nedir? Sonuçta benzer filmlerin değişimli kahramanlarıyız.

Geçmiştir hep gelecekleri bekleyen ve cevaplar çoğunlukla geçmişte saklıdır. Önce sadece sakin olup, durmak ve üzerini iyice örttüğün için duyulmayan iç sesini dinlemek gerekecektir. Hizalanmış koşarak vardığın yerde bir an olsun durup, sana ait olan nefesi hissettiğin an tanımlardan sıyrılabilmek, fikirlerin özünü irdelemek, filmi bir daha başka açılardan izlemek seçimlerini ya da seçemeyişlerini keşfetmek zamanıdır. Keşfettiğin yeni bir sen olma zamanıdır. Elinin tersiyle itip tüm o film sahnelerini, senaryosunu kendin yazacağın bir filme kahraman olma zamanıdır. Çünkü üst üste bir merdiven gibi korkuları dizip, yaşamaktan alıkoymak kendini ve sonra bu merdivenin basamakları sayesinde yaşanmamışlıklarla dolu olan hayattan kopma korkusuna ulaşmak anlamsız. Kurallarını bildiğin bir oyunu koşullu oynamaktansa, kurallarını kendin koyacağın belki de kurallar gerektirmeyecek yeni oyunlara başlamamak neden. Ömürler zamanda sınırlı ve zaman akıp giden ve geri sarılamayan bir film. Başka bir oyun, başka bir dünya mümkün. Hazır hala zaman varken...

Şehri

4 Nisan 2009 Cumartesi

Zaman Yok ki…

Kalabalıkta önümden yürüyorlar. Üstelik ağır aksak… Bence kimse yavaş yürümemeli. Bilhassa insanların hızı kesinsin, geç kalsınlar, kendilerinden izin istemek zorunda kalsınlar diye yapıyorlar. İzin istemem ki ben, ne yapmaya çalıştıklarını biliyorum çünkü. Vitrin camlarının yansımasından önlerindeki boşluğu gözlerim. Bedenimi sığdıracak yer bulduğumda da önümdekini, yavaşlığını silah olarak kullanan kişiyi, alt ederim. Aslında zeki insanlar olsalar anlarlar yavaş yürüyerek beni engelleyemeyeceklerini. Onların sokakta kurmaya çalıştıkları hakimiyete yenilmem. Kendilerinden izin istenmesini hak ettikleri düşüncesinin hazzını yaşatmam onlara. Hızımı kesmem ben.
Kimileri kahvesini yavaş içer.Ben içmem. Soğuk kahveye tahammül edemem ki. Dilimi yakması pahasına olmayacaksa tadın kıymeti kalmaz ki.
Kimisi yemeğini yavaş yer, sanki tek işi yemek yemekmiş gibi. Lezzetin kendilerini hapsetmesine izin verirler. Benim esir olmayışıma, lezzeti tüketerek onu yenişime kızarlar bir de. Günlük tutkulara esir olmam ben. Yemeğimi yer, kahvemi içer, varacağım yere hızlıca varır yapacağım esas görevime hak ettiği zamanı ayırırım.
Kimileri konuşur bir de. Hızlı yaptıkları tek şeydir bu. Benim yaklaştığımı duyunca kelimeleri hızlandırır vazgeçemedikleri cümlelerini tamamlarlar. Dükkânıma gidip satın alınmayacak soba borularını silmeyi bir şey sandığımı söylerler. Hiçbir şeye koşuştururum onlara göre ben. Korkarım çünkü hiçbir şey dışında bir şey yapmaya. Bir tek bunları söylemek hız kazandırır kimlerine. Onlara göre “hiçbir şey”i yapmak için zamana ihtiyacı var oysa insanın. Hiçbir şey yapmamak, okumamak, konuşmamak ve insanlara esir olmamak için… Yavaş yürüyerek heba edemem ki bu zamanı.

Meltem

30 Mart 2009 Pazartesi

ANKET

İstiklal Caddesi’nin ortasında bekliyorum. Herkesin nefret ettiği “ Kısa bir soru sorabilir miyim?” anketörlerinden biriyim.
Hiç merak etmediğim insanlara hiç merak etmediğim sigara markalarını soruyorum. Ama önce beni sevimli bulmaları için gülümsemem, kaçamamaları için gözlerinin içine bakmam ve kalabalıkta beni duyabilmeleri için yanlarına sokulmam gerek. Onlarsa ne ter kokularından rahatsız olduğumdan ne de mesai saati sonuna kadar tek bir sigara içemeyeceğimden haberdarlar. Kendi sigaralarının güzelliklerinden bahsetmekteler. Birkaç gün önce çamaşır yumuşatıcılarını anlatıyorlardı. O zaman yumuşatıcılarını ne kadar yumuşattığı ya da kokusunun ne kadar dayanıklı olduğu da bu kadar sinirimi bozuyor muydu hatırlamıyorum.
İnsanlara sorular sormanın zorunluluk haline gelince soranı daha çok zor durumda bıraktığını fark ettim bugün. Bilmek olarak isimlendirdiğimiz önüne geçemediğimiz insani arzumuzun bu şekli alması şaşırtıcı geldi. Oysa en hevesli olduğumuz şey üzerimize düşmeyen şeyleri bilmek. Ben fazla meraklı biri değilim. Herkes ne kadar hevesliyse başkalarının hayatına ben de o kadar hevesliyim. Gerektiğinde yurdun koridorlarında bağıra çağıra telefon konuşmalarıyla hepimizi özel hayatına dahil edenlere sinirlenecek kadar merakıma hakimim. Bir tek yoldan geçen insanların yüzlerini ve ifadelerini merak etmekten alıkoyamıyormuşum kendimi; bugün öğrendim.
Günün başında güler yüzlü insanlar vardı caddede. Sanki buraya sırf benim sorduğum soruları yanıtlamak için gelmiş gibiydiler. Günün sonuna doğru -günlerden Cuma olması sebebiyle-elleri kolları birbirine karışmış kütleler halinde ilerliyorlar. Yapış yapış yapaylık kokuyor bu bağlar. İstiklal Caddesi’nin karmaşıklığını oluşturan tek şeyin bu birbirine karışmış eller kollar olduğunu düşünmeye başlıyorum. Amaçları ara sokaklarda önce çay-kahve bardaklarında sonra içki kokularında kaybolmak. Toprağın altında kıvrılan kocaman bir solucan gibi sokaklara akıyorlar.
Bense hala tek bir sigara bile içemiyorum.
Meltem

29 Mart 2009 Pazar

Aydınlık bir düş

Bir çiğ tanesi olup,
Yıldızsız bir gecenin aydınlık sabahlarına düşmek gerek.
Güneşten ışığını çalmaya yeltenen aya inat,
Sadece karanlıklarda değil,
Aydınlıkta var olmak gerek.
Yol uzun,
Karanlığa gözleri alışan yolcu dünden yorgun.
Olsun varsın; yeryüzünde aşka aşina yüreklere dokunacak bir el gerek.
Ya bu sensen...
Ya yolcu değil de,yol isen...

Şehri

Hiç...

Bedenime sığmayan ruhum,
Sende bir kapana gönüllü.
Siyah ile kırmızı günler,
Gün ışıgı ve kuş çıvıltıları,
Toprağa dokunmak gibi,
Ateşi hissetmek, rüzgarda savrulmak,
Tanımadığın birilerini düşünmek,
Ansızın herşeyi anlayıvermek,
Varlık ve yokluk arasında
Hiçliğe sevinebilmek gibi.
Hiçbirşeyin olmamayı sevmek
Herşeyin olmayı başkalarına bırakmak,
Varlığın için yokluğunu düşlemek,
Hiç kalabilmek ama dokunabilmek gibi.

Şehri

14 Mart 2009 Cumartesi

Frida Adına...

Tözümü koydum evrenin tam merkezine.
Sonra geçtim karşısına başladım seyreylemeye.
Bir solucan ,
Derisi yüzülmüş bir fokun bağırsaklarında ölmekte.
Fareler,
Kafeslere kapatılmış; küçük kafalarında elektrotlar.
Kuşlar,
Kentler dolusu ölü kanatsız kuşlar.
Sereserpe uzanıyorum ölü kuşlar üzerine.
Solucanlar geliyor saçlarımı okşamaya.
Ve fareler minicik elleri bedenimi temizlemekte.
Ve insanlar...
Solucanları çiğneyen, fareleri kemiren ve ölü kuşları seyredalan
Bir sürü insan...
Her biri illa ki bir göz gezdiriyor.
Her değen göz etimi biraz daha yakıyor.
Etimin kokusu etrafa saçılıyor,
Ben durmadan kanıyorum,
Bu koku...
Kan..
Şehvetli ağızlara sakız.
Ve insan...
Solucanları çiğneyen, fareleri kemiren ve ölü kuşları seyredalan.
Bir sürü insan...
Elleri diken diken tenimde
Karnımı deşiyor dişleri.
Rahmimi parçalıyorlar.
Ruhları aç...
Bir parçamıda mutlaka yanlarına alıp
Öylece gidiyorlar.
Ben sürekli seyrediyorum...
Acıyı görüyorum o anlarda.
Kopup giden parçadan geriye kalan bütünün çaresizliğini.
Parça parça uzaklaşıyorum...
Evrenin merkezinden etrafa saçılıyor,
Yok oluyorum.
Fareler, solucanlar ve kuşlarla birlikteyim.
Tözüm evrenin merkezinde .
Evrenin merkezi sonsuz hiçlik
Acıyı öğreten insanlar acımasız.
Parça parçayım dillerinde
Acı dolu ruhları
Ben bedensiz ...
Bedenin ötesindeyim.
Bir ruh...
Bedensiz kalan
-kadın ruhum-
Özgür
...

Şehri

Teknik Bir Bakış

     Antik çağlardan günümüze kadının toplumdaki yeri her zaman tartışılmıştır.  Antik Yunan düşünürlerinin çoğuna göre kadın akıllı bir varlık değildi ve felsefe ya da bilimle uğraşamazlardı bu yüzden de toplumdaki görevleri evde durmak hizmet etmek şeklindeydi. Ortaçağda ise kadının varlığı sorgulanmaya başlanmış, özellikle kiliselerde ‘kadın insan mıdır?’ sorusu ortaya çıkmıştı. Zaten kadının insan olup olmadığını sorguladıkları için kadının akıllı bir varlık olabilme ihtimalini hiç düşünmüyorlardı. Bu yüzden kadının toplumdaki yeri evde durmak hizmet etmek olarak görülebilirdi Dünya değiştikçe insanlığın sorunları değişmiş dolayısıyla kadınlarla ilgili sorunlar da değişmişti. Sanayinin gelişmesiyle işçi sınıfı oluşmuş ve bu sırada kadın işçi sınıfı da oluşmuştu. Bu sefer de kadınların aldığı maaşın aynı işi yapan erkeklere göre daha az olması bir sorun haline gelmişti. Ancak bu sefer kadın evden çıkmış toplumsal yaşama dahil olmaya başlamıştı. Yine de bu dönemde de kadının bilim ve felsefeyle uğraştığından bahsedilemiyordu. Bu sırada kadın hareketleri etkin olmaya başladı ve kadınlar bazı haklar elde etmeye başladırlar. Kadınların eğitim hakkı kazanması kadının toplumdaki yeri biraz değiştirmeye başladı. Artık söz sahibi insanlar olabileceklerdi. Günümüzde kadınların pek çok hakkı var. Peki, zihniyet değişti mi? Yüzyıllardır bilimde egemen olan erkeklerin yanında kadınlar da tutunabiliyor mu? Marie Curie geçtiğimiz yüzyılda bu sorunun en güzeli cevabı haline gelmişti sanırım; bilimsel başarılarının yanında hayat hikâyesi de dikkat çekici. Marie Curie 1867 de Polonya da doğdu. Eğitimine Polonya’da ablasıyla beraber başladı. Ancak o sırada Avrupa da sadece Fransa dışında hiçbir yerde kadınların üniversite eğitimi alma hakkı yoktu. Bu yüzden üniversite eğitimi için Fransa’ya gitti.  İlk iki yılda fizik diploması aldı sonraki bir yılda da ikinci ana dalı olan matematiği bitirdi. Sonrasında üniversitede radyoaktif maddeler üzerine çalışmaya başladı bu sırada Pierre Curie’yle tanıştı ve bir yıl sonra evlendiler. İlk çocuğunu doğurduğunda çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. Çalışmalarına geri döndüğünde eşinin de ona yardım etmeye başladı ve başka bir bilim adamı, Henri Becquerel ile paylaşarak Nobel Fizik ödülü kazandılar. Böylece Nobel Ödülünü alan ilk kadın Marie Curie oldu. Bu sırada Pierre Curie Sorbonne üniversitesinde akademisyen olarak görev yapıyordu. Marie Curie ise doktora yapmasına rağmen ünivesitede çalışamıyordu, bilimsel çalışmalarına kendi imkanlarıyla devam ediyordu. Daha sonra ikinci çocuğunu doğurdu ve yine radyoaktivite üzerine çalışmalarına ara verdi. Pierre Curie’nin ölümünden sonra Marie Curie’ ye onun yerine geçmesi teklif edildi. Ancak profesörlerin bir kısmı aralarında bir kadın olmasını istemiyordu. Yine de Pierre Curie’ nin ölümünden iki yıl sonra Marie Curie onun yerine geçti ve Sorbonne üniversitesinde profesör oldu. Böylece Marie Curie tarihin ilk kadın profesörü oldu. Bu sırada radyoaktivite çalışmalarına devam ediyordu ve bu kez kimya dalında Nobel ödülüne aday oldu ve tek başına Nobel Kimya ödülünü kazandı. Böylece iki kere Nobel ödülü alan ilk bilim insanı oldu. Ama bu sırada Fransa gazeteleri hakkında çıkarılan aşk dedikodularıyla bahsediyordu Marie Curie’den. 1934‘te kan kanserinden ölene kadar radyoaktivite çalışmalarına devam etti.

Mutfakta

Yaşıyor muyuz acaba? Bir kadın, her şeyden uzak bir köşede mutfağına saklanmış. Aklında binlerce soru binlerce sorun. Hiçbir şey söylemeden ama aklında sürekli yaşamını sorgulayarak üç yumurtayı 1 su bardağı şekerle karıştırıyordu. Pürüzsüz bir kıvam olmalıydı, kekin düzgün olması için o yüzden çırptıkça çırpıyor, arada bir mikseri kaldırıp olmuş diye bakıyordu, aklında bambaşka sorulara çözüm bulmaya çalışırken yumurtanın yeterince çırpılmış olup olmadığını nasıl da anladığına şaşırmıştı. Geniş ama delikleri sık bir tel süzgeçten bir su bardağı kepek unu, bir su bardağı beyaz un bir paket kabartma tozu bir paket de vanilya geçirdi. Böylece daha iyi karışmış olurmuş malzemeler. Pasta yapmanın kuralları... Kimden öğrenmişti. Belki de asıl merak ettiği bu kuralları kimin bulduğuydu. Önce düzgün bir şekilde kek hazırlanmalıydı, ölçüler çok önemliydi. Bir su bardağı un yerine bir çay bardağı un konursa hamur istenilen kıvama gelmezdi. Tabi ki malzeme seçimine de dikkat etmek gerekirdi, kepek unu ve vanilya konmazsa kek istenilen tatta olmazdı. Kek düzgün bir şekilde pişirildikten sonra krema hazırlanmalıydı, bazen şeker hamuru da yapılırdı pastanın süslemesi için. Malzemeler ve ölçüler yine önemliydi; tatlandırıcılar, renklendiriciler yeterli miktarda konmalıydı, ne eksik ne fazla… Kekin üzeri düzgünce kaplanmalıydı. Pasta yapmanın kuralları böyle edilgen kurallardı. Kimin nerede ne zaman yaptığının önemi yoktu. Yumurta, kepek unu, beyaz un, vanilya, kabartma tozu, kremalar ve tabi tatlandırıcılar bazen portakal bazen kakao bazen acı badem… Malzemeleri al; mutfağa taşı; pişir; süsle buzdolabına koy insanlar satın alsın… Ama kimse bunları kim pişirdi pişirirken ne düşündü diye sormasın… Sanki otomatik makineler gibi herkesin görevleri var hiç sorgusuz başka bir şey düşünmeden o işleri yapmaya kurulmuş bir sistemin içindeki pasta yapıcı- robotlar gibi. Pastayı süsledi dolaba yerleştirdi; bir su bardağı şekerle üç yumurtayı çırpmaya başladı.

Topuk


Yüksek topukların kaldırımda çıkardıkları ses güzel… Kısacık eteklerin vücutta duruşu güzel… Makyajın ardında gizlenmiş yüz güzel… Gece 3’te kimsesiz kaldırımlarda dolaşmak güzel… Şişli’den Taksime giden yolda ben güzelim. Elimdeki tek kartım güzelliğim.

Kadınlar korkar bu saatte bu sokaklardan. Namuslarına leke düşer çünkü.  Sokaklar bu saatlerde namuslu bedenler için tehlikelidir. Yabancı eller kirletir bedenleri. Yanlarına yaklaşırken yavaşlayan arabalar tehditkârdır. Ben sevinirim.

Siyah bir Volkswagen yaklaşıyor kaldırıma. Sokaktaki satılık bedenlere yaklaşan arabaları hep siyah olur zanneder bazıları. Birçok renkle arabalarım oldu benim. Kırmızı, yeşil, beyaz bir de sarı… Taksileri sevmem. Ama saat ilerledikçe onlara da sevinmeye başlarım.

İki kişi var Volkswagen’de. Tek başıma istemiyorlar beni. Ben de istemem iki kişiyi. Her sevişme iki kişiye ait olmalı bence. Ne şekilde olursa olsun kapalı kapının ardında iki kişi olmalı sadece. Üçüncüler, izleyiciler ihanet gibi. Herkesin ihaneti başka artık... Kimisi tek bir bakışı ihanet sayar, kimisi bir konuşmayı, kimisi omuza konulan bir eli, kimisi başka tene değen teni… Benim ihanetim sevişmenin iki kişiye ait olmayışı…

Metalik gri bir Ford yaklaşıyor. Tek kişi var içinde. Pazarlık da etse gideceğim onunla. Daha fazla beklemek gelmiyor içimden. Bu gece polis dolaşacak sokakları. İçimde öyle bir his var. Bu arabada kurtulacağım.

Kısa saçlı, esmer, şişman biri yanaşan… Güzelliğime ettiği iltifatla tavlıyor beni. Söylediği parayı kabul ediyorum. İltifatlar hala güzel… Beğenenin kim olduğunu bilmesem de beğenilmek güzel.  Başka bir bedende, başka bir cinsiyette beğenilmek önemli… Aradığın kadınlığı satılık olmakta  bulsan dahi güzel. 

Gecemi satın alanların yüzlerine bakmaktan vazgeçemiyorum hala. Uzun zamandır bu sokaklarda olmama rağmen öğrenemedim yüzlere bakmamayı. Kurtarıcılık değil onlardan beklediğim. Seviştiğin insanın yüzünü bilmemek ayıp geliyor bana. Yüzü yumuşak yanımdakinin. Otele kadar bakabilirim bu yüze. Sonra unuturum. Yüzlerle insanların uyuşmadığını biliyorum artık.

Tarlabaşı’nda bir otelin önünde duruyoruz. Biliyorum burayı. Odaya çıkıyoruz. Yatak kirli. Çarşaflara değmiş bedenlerin izi kalmış. Ter ve meni kokuyor içerisi. Soymak istiyor beni. İzin veriyorum bunu yapmasına. Normalde hızlı olmak için çarçabuk kendim soyunurum. Bu gece polis dolaşacak sokaklarda, içime öyle doğuyor. Dayak yemeği kabul edemiyor içim.   Bu geceki son erkek yanımdaki… Uzun uzun sevişmesine izin verebilirim. Ama nasıl olsa hızla tüketir o da.

Kalkıp giyiniyorum. Para cebime bırakılmış. Önce ben çıkıyorum otelden. İçimde bir huzursuzluk var mı diye düşünüyorum. Yadırgamıyorum artık tanımadığım dokunuşları. Kadın bedenimi tanıyamadan erkekliklere alıştığımı görüyorum. Gidip uyusam diyorum… 

Sıradışı Sıradanlık

            Pelin saate baktı. Yaz aylarını bir türlü anlamıyordu, hava daha kararmamıştı ama saat çoktan sekiz olmuştu. Yine geç kalmıştı. Hızlıca duş aldı hemen kurulanıp giyinmeliydi ama bir türlü ne giyeceğine karar veremiyordu. Sonunda siyah elbisesini giymeye karar verdi. Bir depresyon zamanı kendini mutlu etmek için almıştı bu elbiseyi, biraz dar oluşuyla giydiği anda vücut hatlarını sararak kendisini daha seksi hissetmesini sağlamıştı ve mutlu olmuştu. Liseden eski arkadaşlarıyla buluşmaya giderken neden bu elbiseyi giymek içinden gelmişti bilmiyordu. Aslında buluştuğu insanlar değil buluşulan gün onu kendini mutlu ettirecek bir şey yapmak zorunda bırakmıştı. Elbisesini giydi. Saçlarını kurutacak vakti kalmamıştı o yüzden saçlarını taramadan büyük tokayla topuz yaptı böylece saçları kabarsa da çok dikkat çekmeyecekti. Vakti kalmasa da makyaj yapmadan çıkmazdı evden. Önce hafif bir nemlendirici sürdü. Yaz aylarında pek gerek olmazdı ama o gün çok kurumuştu cildi. Bronzlaştırıcı pudrasını sürdükten sonra koyu kahverengi göz farını sürdü yavaşça göz kapaklarına ardından siyah kalemle ince çizgiler çekti gözlerinin kenarlarına farla kalemi hafifçe birbirine karıştırdı ufak fırçasını kullanarak. Tekrar kalem çekerek iyice belirginleştirdi gözlerini rimel sürdü; göz makyajını tamamlamıştı. Koyu kırmızı bir ruj sürdü dudaklarına, ruju çantasına attı. Cüzdanını ve ince bir şalı da çantasını attıktan sonra topuklu ayakkabılarını aradı bir süre. Ayakkabılarını giydikten sonra parfümünü unuttuğunu fark etti. Parfümünü sıktı ve çantasına attı. Aceleyle evden çıktı. Saat 9 olmuştu. Arkadaşları şu anda onu şehir merkezinde bekliyor olmalıydı. Arabasına ilerledi hızlıca çantasında anahtarlarını aradı bir an evde unutmuş olduğundan korktu ama anahtarlar çantasındaydı. 9.15’de şehir merkezine varmıştı. Yine hızlı kullanmıştı demek. Arkadaşlarına baktı. Daha kimse yoktu buluşacakları yerde. Arabasını yakınlara park etti yürümeye başladı sokaklarda. Yazın ege çekilmez oluyordu. Sıcak, nem, mayışmış insanlar… Her yerde çocuklar vardı. Her yerde o çocukların anneleri... Pelin sokaklarda yürüdükçe insanlar ona baktı. Çocuklar baktı, annelerine benzemeyen bu kadına. Televizyonda gördükleri güzel kadınlar gibiydi. Bazısı onu ünlü biri zannetti belki de... Kadınlar baktı peline gördüklerinin aynanın yansıması olmasını hayal ederek. Erkekler baktı peline onu arzulayarak çoğu zaman. Pelin kimseye bakmıyordu. Onlara baktığı zaman kendini görmekten korkuyordu. Belki de onlara farklı olmadığını söylemekten korkuyordu. Pelin de sıradan bir kadındı. Kendi dertleri olan yaşamaya çalışan sıradan bir kadın.

Uzunca bir süre şehrin ortasındaki meydanda arkadaşlarını bekledi o hiç kimseye bakmazken tüm şehir onu izledi... Neden sonra arkadaşlarından birini aramak geldi aklına. Saat 10 olmuştu. Bir an şaşırdı nasıl fark edememişti zamanın geçtiğini. Çantasında cep telefonunu bulmaya çalıştı. Bu karışıklıkta kendini kaybediyordu. Cep telefonunu eline aldı rehberde eski arkadaşlarının adını aradı bir tek Ezgi vardı kayıtlı. Herhalde en iyi anlaştığı Ezgi’ydi ya da Ezgi herkesle iyi anlaşırdı. Üzerine daha fazla düşünmeden arama tuşuna bastı. Bir kaç kez çaldıktan sonra ezgi telefonu açtı. Pelin nasıl konuşacağını bilmiyordu aslında. Kızgın bir şekilde mi konuşmalıydı yoksa hiç bir şey yokmuş gibi önce, naber nasılsın, demeli sonra da sakin sakin, neredesiniz canım hani 9 da buluşacaktık, mı demeliydi. Belki de, bir saattir bekliyorum, diye bağıra bağıra dalmalıydı konuşmaya. Bunlar saniyeden kısa sürede Pelin’in aklından akıp gitti Ezgi’nin sesi geldi kulağına "pelin iyi misin?" bir kaç kez ‘alo, efendim’ gibi şeyler söyledikten sonra endişelenmiş gibi geliyordu Ezgi’nin sesi. Pelin iyiydi. Sadece bekletilmeyi sevmiyordu. Hâlbuki asıl bekleten Pelin olmuştu. Bir önceki gün buluşmuştu kızlar. Uzunca bir süre Pelin’i beklemişlerdi cep telefonunu, evini aramışlardı ama ulaşamamışlardı Pelin’e. Sonra da her buluşmada olduğu gibi yemek yiyip bir şeyler içip ayrılmışlardı. Pelin, Salı günü buluşalım, dediklerinden emindi kafası karışmıştı, aslında kızlar ısrar etmişlerdi buluşmak için, O’nu bu şekilde ekmeye çalışmamalılardı. Açıkçası bir an sinirlenmişti; ama Ezgi gün kavramını hatırlattı Pelin’e. Salı günü yaşanmış bitmişti; içinde bulundukları gün çarşambaydı… Uzun bir sessizlik oldu. Pelin sadece, kusura bakma iyi akşamlar, diyebildi telefonu kapatırken.

            Pelin sürekli bir önceki günü hatırlamaya çalışıyordu. Salı günü resmen yaşanmamıştı onun için. Gerçi tatilde bu tarz durumlar sık gelirdi başına ama her seferinde bir şekilde günleri ayırt etmeyi başarırdı. Bu sefer fark etmeden geçilmiş değildi o gün resmen yaşanmamış gibiydi. O sırada aklına takvime bakmak geldi. Cep telefonun takvimine baktı. 7 ağustos. Yaşanmamış gibi geçen gün ise 6 ağustostu. Koca bir günü uyuyarak geçirmiş olabileceğini düşündü; çünkü cildi kurumuştu, zaman kavramını yitirmişti…6 ağustos sıradan bir gün değildi onun hayatında. Yaz aylarını sevmemesinin sebeplerinden biriydi. Ama bir türlü 6 ağustosta ne olduğunu hatırlayamıyordu. Düşündükçe canı sıkılıyordu 6 ağustos ta onu rahatsız eden bir şey vardı ama bulamıyordu bu yüzden daha da rahatsız oluyordu. 

Cins

Alıp kendimizi başka yerlere koymanın uzaklığını seviyoruz. Yüzsüz insanlar, kansız bedenler ve kendi kendine çalışan makineler varlıklarını taçlandırıyor. Ve bu yüzden yabancı olmanın bu hali asil geliyor bize. Parçası olmaktan vazgeçmediğimiz kendi yataklarımızda ve kendi bedenlerimizde yabancılaştırıyoruz. Acısını sahiplendiğimiz bağlar salıyoruz. Elimizde kalan bedenimiz oluyor. Kanımızı, etimizi dışa burmak onurlu kılıyor sanki… Kadınlıklar – erkeklikler su yüzüne çıkıyor. Canımızı yakmasından için için zevk aldığımız bağlar cinsiyet veriyor bize. Bir rahimde büyüyen  varlıkları benimsiyoruz. Bizi kurtaracak daha büyük acılar diliyoruz ondan. Kendi yaşamımızın ağırlığından kurtuluyoruz o zaman. Adanacak bir doğmuşluk oluyor elimizde. Sonra saldığımız bağları takip ediyoruz. Sanki nereye vardıklarını bilmiyormuşçasına iz sürüyoruz.

Bağların sonunda kaçtığımız şehirleri bulup daha başka acılar diliyoruz..

Görünmeyen Bağlar

Şehrin uzaklarındaki bir hastanenin sıradan bir yatağına bağlanmış bir kadın. Onu hayata bağlayan ya da hayatla bağını koparmış imgeler çevirmiş etrafını. Belki hayallerinden döndükten sonra elinde kalanlara bakıyor, belki yaşayamadıklarının verdiği o soğukluğa. Aslında bu bağların görünmez ipleri bağlıyor onu bu yatağa, yalnız ve çıplak halde.

Beyaz çizgiler var, gökyüzünden inip vücuduna değen. Her biri bir buluta bağlı, her bulut ise bir umut, bir hayal. Kimi bulutlar çok yüksekte, göremiyor bile onları, kimisi daha yakın. Çatısız odasında, bağlı olmasa yatağına, ulaşabileceğini sanıyor onlara.

            Bir gece yine rahatsız yatağında uyurken rüyasında başka bir ülkede olduğunu gördü. Bu ülke bulutlar içinde, insanlar bulutlar üzerinde geziniyordu, şaşırmış ve şaşkınlığına uyanmıştı, kıskanmıştı. Gerçekten böyle bir yer var mıydı acaba?

            O, bağlı kalmış bu zincirlerinden onu kurtaracak birisini mi bekliyor emin değilken, aslında farkında bile değil tüm bu bağların, uzantıların olmadığını ve sadece kendi başına kurtulabileceğinden…

Kısır Döngü

Her gün bir şeyler yaşıyoruz, birilerinin yaşadıklarına tanık oluyoruz; ama anlamaya çalışmıyoruz başkalarını. Şehrin içinde kaybolmaya bırakıyoruz yaşananları bu sırada şehir yutuyor bizi ve sürekli büyüyor kapladığı alan artarken kişi başına düşen metrekareler azalıyor, makineler kaplıyor her yeri ve biz uzaklaşıyoruz birbirimizden, kalabalıktan, insanlıktan. Bu karmaşadan kaçmak için dış dünyadan koparılmış bir sığınak yarattım kendime. Kimse acıtamıyor canımı burada. Kontrol benim elimde, ne olması gerekiyorsa ben izin veriyorum ne kadar olması gerektiğine. Bir süre iyi geliyor insana ama sonra sıkılıp çıkıyorum sığınağımdan. Dış dünyaya adımımı attığım anda canım acıyor yine de yüzümde küçük bir gülümsemeyle dolaşmaya başlıyorum şehri; insanları görüyorum bazen konuşuyorlar birbirleriyle; makineler görüyorum insanlarla konuşan-insanların konuştuğu… Uzaklıkları ölçmeye çalışıyorum; on santimetre yanımda duran adam varlığımın farkında değil. Yürüyorum şehirde, gülümsemem yok olmuş, kendimi sığınağımda buluyorum.

Üzerine Düşündüklerimiz


Üzerine Düşündüklerimiz 

Tanrıçaysam

Geçmişten günümüze baktığımızda kadın görünen ya da gizlenen bir yüz olarak tarihin içinde her zaman yaşam bulmuştur.  Günümüzde iş hayatında ve sosyal yaşamda varlığını ortaya koymaya çalışan kadın tarih içerisinde birçok rol sahiplenmiştir. Kadının sosyal ve siyasal varoluşunun yanında aile içerisinde de kendini bulması gerekmekte.

Antik Yunan ve Roma mitolojisine baktığımızda ise sokakta gördüğümüzden çok daha başka kadın profilleriyle karşılaşmaktayız. Antik Yunan Tanrıları birçok insanı vasfı barındırmaktalar. Ölümsüzlüklerinin yanı sıra ölümlüler üzerinden güçlerini tanımlamaktalar ve ölümlüler gibi cinsiyet kavramına sahipler. Kadın ve erkek –tanrı ve tanrıçalar- yaratıcılar doğup evlenip çocuk sahibi olmaktalar. Bunlar içerisinde Tanrı ve Tanrıçalar arasında bir dengenin varlığından bahsedilebilir. Zeus’un   kızları ve oğulları Dünya üzerinde hüküm sahibidir.

Tanrıçalar insan oğlu tarafından kutsanmakta ve onların gazabından korkulmaktadır.  Yaşam ve dünya üzerinde etkilerine bakıldığında en önemli büyük tanrıçalardan biri olan Afrodit’e ve roma mitolojisindeki ikamesi Venüs’e baktığımızda arkalarında “Güzellik ve Aşk”ı görüyoruz. Tarım ve Bereket tanrıçası Demeter ( Roma mitolojisinde Ceres) bolluk saçıyor. Doğurganlık yetisi sebebiyle toprağa benzetilen kadın kutsanıyor. Hera( Juno) evilikleri kutsuyor.  Elpis (Spes) umut dağıtırken Athena ( Minerva) zeka , sanat ve stratejinin gücünü elinde tutuyor.

Tanrıçalara baktığımızda sosyal simgeleri ve güçlerine baktığımızda yaşaymın tam ortasındalar. Günümüz kadının olmak için çabaladıkları yerde. Aile içerisinde kendisine yüklenen görevlerin altından kalkabilen kadınlar sosyal yaşamda kendilerine isimler ve hayatlar arıyorlar. İlk çağlardan, Ortaçağa, Yeniçağa geldiğimizde gördüğümüz yine aynı şey: Kadını hanesine hapsi… Bugün de baktığımızda karşılaştığımız fotoğraf farklı değil. Kadın popülasyonu baktığımızda aşılması gereken tek şey yalnızca erkek egemen toplum yapısı değil. Toplumsal kalıpların dışında kendini ataerkinin içinde eritmiş kadın kimlikler görüyoruz her yaşta.

Cinsiyetsiz bir varoluşun kabullenmişliği içerisinde varoluş çabası ise anlamsız kalıyor. Cinsiyetsizlikler sosyal bir kimlik kazanımını tek yolu gibi gözüküyor. Evin içinden çıkıp sokakta yürümeye başlayan kadınların varlığı kadınlığı ve erkekliği ayıplaştırıyor.

Şimdi birden gök yarılsa ve bir tanrıça yer yüzüne düşse… Kim olur, nasıl olur? Demeter kendini toprağı üzerinde bulduğunda tanır mı kendi toprağını. Muhtemelen önce utanır kendinden. Sokakta yürürken, toprağa bir tohum atarken ya da bir fabrikada makineler arasında çalışırken kadınlık hala onun mudur?